ALi CABBAR
Deniz’e çok gecikmiş bir mektup
Alev Er
Koğuş kapısındaki kalın paltolu, kara gözlüklü, tüysüz İTÜ’lüyü, şaşkın albay çocuğunu hatırlıyor musun o gün?
Elli üç yıl oldu, neler, kimler gördün arada, unutmuşsundur…
1970’in mart ayı ortalarında bahara dönmüş bir günün ikindisiydi. Hava ılıktı. Ya da bize öyle geliyordu, çünkü koşmuştuk. Spor ve Sergi Sarayı önünden Maçka parkına iniyorduk İlhan’la gülüşerek.
O kuş gibiydi de ben zorlanıyordum; sırtımda dayımın gardrobundan tornistan gülle gibi devetüyü palto, paltomun cebinde bir sürü taş. Böyle ilk eylemimdi. Bağımsızlık Haftası’nı bitiren, sonraki yıllarda da tekrarlanacak bir “korsan koymuş”tuk; Taksim-Harbiye arasında bütün “Amerikan hedefleri” vurulmuş, solda Türk-Amerikan Dış Ticaret Bankası şubesinde, sağda Hilton girişindeki Panam Havayolları’nda cam çerçeve inmişti. Vali Konağı Caddesi sapağındaki ışıklı Tercüman gazetesi panosu da.
Keyifliydi İlhan; “Dağıldı polis; Taksim’e bekliyorlardı, biz Taşkışla’dan sola değil de sağa, Harbiye’ye dönünce nasıl çakılıp kaldılar…”
Ama birden cümleyi orada bırakıp toz oldu İlhan. “Nereye” soruma cevap koluma giren iki sivil polisten geldi: “Kaçtı şerefsiz.”
Askıya aldılar beni, bu kez onlar sordu: “Ne ulan bu cebindeki taşlar?”
Ve dayak. Sonra içine iteklendiğim “Fruko” arabasında yine dayak. Arabadan Beşiktaş Kaymakamlığı yanındaki toplum polisi merkezinde indirildim, dayak daha hafifti bu defa; çünkü yalnız değilim. İbrahim Öztaş vardı İTÜ inşaattan, Savaş Tuncaboylu Maçka Maden’den, Orman Fakültesi’nden Ahmet Ayhan, kimvurduya gitmiş Nişantaşı Kız Lisesi hademesi Mehmet Ali Yıldırım. Bir de Yıldız Öğrenci Derneği Başkanı Targan Ülbeyi. Nöbetleşe, yora yora yedik dayağı.
Sabah Sultanahmet Adliyesi’nde savcıya çıkardılar, akşam nöbetçi mahkemeye ve dosdoğru Sağmalcılar Cezaevi’ne… İlk büyük eylemde ilk gözaltı, ilk tutuklanma.
Saçlarımızı makineye vurup karantina koğuşuna attılar bizi, ilk durak orasıydı. Sabah gardiyan sizden haber getirdi: “Şanslısınız, Denizler sizi koğuşa bekliyor…”
“Denizler” dedi çünkü yalnız değildin; Dev-Genç Bölge Yürütme Başkanı Cihan Alptekin de vardı. Aralık 1969’dan bu yana birlikte yatıyordunuz D2-101 (geçmiş gün, E2-101 de olabilir) Hasımlar Koğuşu’nda.
Getirdiler bizi kapıya, adı üstünde, cezaevinde hasmı olanların koğuşu, açtılar, girdik…
Üç kişi için “Babam gibiydi” derim hep; sonuncusu Hrant Dink’ti benden yaşça küçük olmasına rağmen, öldürdüler. İlkiyle o gün o koğuş kapısında tanıştım; sendin.
Gülüp sarıldın boynuma, üst kata çıkardın, ranzalar oradaydı çünkü. Üçüncü sıranın sol başındaki üst ranza senindi, ikinci sıranın sağ başındaki alt ranza Cihan’ın. Tam karşına, ikinci sıranın sol başındaki üst ranzaya beni yerleştirdin. Sevdin beni sanırım, yakın buldun. “Küçük burjuva” kökenliydik ikimiz de, toy albay çocuğunun ilk eyleminde cezaevine düşmesi ilginç gelmiş olmalıydı, çok yatan yoktu çünkü bizden o günlerde, kollamak istemiştin, bunu söylemiştin de.
Her voltanda yanına aldın, konuştun, sorguladın, düzelttin. Volta dönüşünü bir sağ bir sol ayakla hep aynı taraftan yapmayı senden öğrendim. Volta kesip voltacının önünden geçmemeyi de; ayıptı. Tehlikeliydi üstelik, ama yüzü derin faça yırtıklı lümpen hapçı “Jilet Nuri” senden korkardı.
Yirmi yaşındaydım, solculuğum kulaktan dolmaydı, pek çok kitabı ilk sende gördüm; mesela çoğu kimse bilmez bugün, Zülfü Livaneli benim için daha o günlerde ünlendi kurucusudur dediğin hoş kapaklı Ekim Yayınevi kitabıyla.
Pısırık, sıska biriydim, seninle cesaretim arttı, kendime güvenim geldi; alay konusu “şaşı”lıktan illallah etmiştim, gözümdeki kara gözlük ondandı; senin telkininle attım. Sonraki on altı yakalanmada gülerek, hep gözlüksüz geçtim Birinci Şube sabıka fotoğrafçısı Tatar göçmeni Baytekin’in karşısına…
Şu kesin; aynaya bakıp “gördüğüm iyi birine benziyor” diyebiliyorsam bugün, bunda senin payın çok. Yirmi ikisini henüz geçmiş o günkü çocuğu bugün yetmiş üçümü devirmişken hâlâ “babam gibi” hissetmemin sebebi bu…
Çıktık bir ay sonra. O dazlak kafamla nasıl havalıydım; “Deniz’in yanından geliyor” ne büyük referanstı dışarıdakiler arasında. Tıfılın tekiydim ama o sonbahar Dev-Genç kongresine delege seçip Ankara’ya gönderdiler beni ağır devrimci olarak.
Sonra Cihan’la seni Bursa’ya naklettiler, çıkınca kaçıp Ankara’da ODTÜ’ye gittin, seninle dışarıda ilk karşılaşmamız kongre günlerinde orada oldu. Daha örgüt falan yoktu, THKO fikri belki sadece kafandaydı (galiba daha çok da Hüseyin İnan’ın kafasında), ama yol belliydi, “Boş verdim legaliteyi, zaten rahat bırakmazlar beni” demiştin o gün. Az gelmedim sonra ODTÜ yurdunda 201-202 numaralı odalara hem ürküp hem sevinerek.
Dedim ya girdim çıktım, girdim çıktım sonra. Cihan’ın Kızıldere’de katledilişini Mart 1972’de, sondan bir önceki girişimde Davutpaşa Cezaevi’nde duydum. Size idam vermişlerdi, Cihan’lar bunu durdurmak için oradaydılar. Durduramadılar…
Seni, Yusuf ve Hüseyin’i de son girişimden on yedi gün önce astılar. Gözümüzün önünde, bizi bağıra bağıra ağlatarak.
Görüşemiyoruz dolayısıyla, ama babanı hemen her gün görüyorum, bizim eve yakın, kitabesinde “Eğitimci Cemil Gezmiş” yazan bir mezarda “Gezmiş-Gezmişoğulları” ailesiyle yatıyor.
Bir de aklıma takıldı, adını daha önce hiç duymadım;“Kaptan Gezmiş, 1940-2004” var yan mezarda, o kim?
On yıllar sonra gördüm de sana sorayım istedim.
Ben Sağmalcılar’dan çıktıktan sonra yazışmıştık, iki mektubun vardı bende kargacık burgacık, çocuksu el yazınla; annemin çeyiz dolabına saklamıştım; elli yıl önceki son girişimde polis evi dağıtıp o iki mektubu buldu aldı be Deniz!..
İçimde bir de bu yara var.